Ana Yüreği
Sene 1977 yılı bir sonbahar ayı; jandarma astsubay okulunda okumak için köyümden bir traktör remorku üzerinde ayrıldım. O anda anladım ana ve baba sevgisinin ve hasretinin ne olduğunu. Onlar benim için çok çekmişlerdi. Köyde ilk okuyan ve meslek sahibi olan bendim. Babamın kış aylarında köy odasında oturmak yerine bana harçlık vermek için 13 km uzaklıktaki Çorum’a gelip amelelik yapmasını unutmam ve bu hakkı ödemem mümkün değildi.
Yıl 184 Hatay ilinin bir Jandarma karakolunda karakol komutanıyım. Mesleğe başlayalı daha 3 sene olmasına rağmen ne kadar kötülük ve ne kadar kötü insan varsa tanışmıştım.
Bir yada iki saatlik uykudan sonra karakola geldim. Odama girmiştim ki nöbetçi karşıma ellerli ve yüzleri kan revan içinde iki ihtiyar karı kocayı getirdi. İçim öyle burkulmuş ve onları o hale getirene öyle kinlenmiştim ki yakalasam o’nu öldürebilirdim. Hem de hiç tereddüt etmeden. Karşıma oturtup ifadelerini almaya başladım. “Sizi bu hale kim getirdi” diye sorunca aldığım cevap soruyu sorduğuma pişman etti. Onları o hale oğulları getirmişti.
İnanamadım ve hemen bir devriye gönderip o hayırsız evladı karakola getirttim.
Sorduğumda olayın doğru olduğunu öğrenince kendime hakim olamayıp bir tokat attım. İşte o anda o evladından sopa yiyen anne “oğluma vuran ellerin kırılsın” diyerek üzerime öyle bir atlayışı vardıki kendimi zor kurtardım. Anne ve baba şikayetçi olmadıklarını, oğullarını affettiklerin söyleyip hep beraber karakoldan çıkıp gittiler. Gittiler ama benim içimde fırtınalar kopardılar. Odama kapanıp çocuklar gibi ağladım. Meğer evlat sevgisi ne kutlu bir sevgiymiş ve meğer anne yüreği ne kadar da genişmiş.
Elhamdülillah!
4 Ekim 1996...
Üniversite eğitimim için İzmir'e geleli bir ay bile olmamıştı henüz.Hatay'da oturan amcamlardan akşam dokuz civarı,yurda dönmek üzere çıktım.Nokta'dan otobüse binip Buca'ya geçeceğim.Meğer akşam sekizden sonra direk araç yokmuş.Konak'a gitmem gerekliymiş.Gittim.Konak'ta Kuruçeşme otobüsünü bekliyorum.Ama otobüs gelmiyor.Durakta ben ve niyeti bozuk iki erkek varız yalnızca.Tabi korkuyorum.Yaklaşık yirmi dakika sonra kalabalık bir öğrenci grubu durağa geldi.Kendimi emniyete almak adına hemen atıldım:
_Yurda mı gideceksiniz?
_Evet!
_Otobüs uzun süredir gelmedi de...
_Ben hemen bakayım. dedi içlerinden kısa boylu bir erkek.
_Otobüs arızalanmış.Bir sonrakinin saati geldiğinde gideceğiz.
_O ne zaman?Yurda yetişebilecek miyiz ki?
Çömezliğin verdiği tedirginlik her halimden okunuyordu.
_On dakika sonra.Yetişiriz merak etme!Sen birinci sınıfsın değil mi?
Aksanı komik bu çocuk temiz birine benziyordu. Cevaplamaya karar verdim.
_Evet!
_Nerelisin?
Bu da klişe üniversite sorularındandı.
_Samsun!Sizler?
_İstanbul.Onur ben!
Kıvırcık saçlı,orta boylu tam bir İstanbul çocuğuydu.
_Levent ben!İnegöllüyüm
Hiç de köfteciye benzemiyor diye düşündüm.
_Ben de Eylem!Adanalıyım
_Niyaz!Kazakistan!
Sekiz dokuz kişi varlardı işte.Tek tek saydılar.
_Aaa!..Geçenlerde Kazakistanlı birinin sekiz yüz doları çalınmış.Bir parasına sahip çıkamamış şaşkın!
_O bendim!
Halimi anlatmama gerek yok.Her zamanki patavatsızlıklarımdan birini yapmıştım yine.Yüz yüze görüşmelerde hiç iyi olmamıştım ki zaten.
_Kusura bakma!Bir ihtiyacın olursa çekinme. Paran var mı bari?
İyi niyetli gibi görünen bu sorumla da ayıp ettiğimin sonradan farkına varmıştım tabi.Üstelik henüz adımı da söylememiştim.
_Kitap işini hallettin mi?dedi Niyaz.
_Hayır!Çok pahalı kitaplar.İkinci el alayım diyorum ama;onu da bulmak zor.
_Biz sana yardımcı oluruz.
_Çok memnun olurum.Teşekkürler.
_Sana nasıl ulaşabiliriz?İsmini söylemedin hala!
Anons ettirirlerse diye komple söyledim:
_Çiğdem Bekar
Niyaz sonradan;ne uzun isim diye düşündüğünü ve anlamamış olduğunu söylemişti!Ne de olsa Türkçe'yi öğreneli altı ay bile olmamıştı.
_Hangi odada kalıyorsun?
_403
_Emel ile aynı odadasın yani!dedi Levent
_Evet!Tanışıyorsunuz galiba!
_Kız arkadaşım olur!
Tesadüflerin arkası kesilmiyordu.Otobüs geldi.Ve yurda geçtik.Aradan yaklaşık bir hafta geçti.Emel Niyaz'ı neden görmezlikten geldiğimi sordu.Birkaç kez selam vermiş,kitap bakmaya gitmeyi teklif edecekmiş...Ama görmemiştim ki ben onu!Zaten bu huyumdan şikayetçi olan çok kişi var.'Bakar kör'der beni tanıyanlar.
Sonuçta Niyaz ve ben kitap almaya da gittik;eğlenmeye de;gezmeye de...Ama arkadaştık.O ara ben Ispartalı biriyle çıkıyordum zaten.Nerden bilebilirdim ki Niyaz'ın bana aşık olduğunu?Ne de olsa 'bakar kör'düm.
Niyaz'ın bana yaptığı sayısız iyiliklere istinaden bir şeyler yapmak istiyordum.Bir gün dersi ektik.Para çekmem gerekiyordu zaten. Ama makine bozuktu.Şirinyere gittik.O da bozuktu.
_Hadi Konak'a gidelim!dedim.Aklıma yemek ısmarlamak gelmişti.
Can İskender'e gittik.Yemekler geldi.Nasıl acıkmışım!Bir yandan yiyorum;bir yandan hiç mola vermeden anlatıyorum.Niyaz'da çıt yok.Bir an başımı kaldırıp Niyaz'a baktım.Aman Allah'ım!Olan olmuştu.Bir bakışta hiç aynı anda hem hüznü,hem gülüşü,hem isyanı,hem yalvarışı,hem de çaresizliği gördünüz mü?Ben mi?Gördüm ve aşık oldum!
Ama çaktırmadım.Ne ona,ne de gruptaki diğer arkadaşlara...Aradan yirmi gün daha geçti.Bilmiyorum,bilir misiniz,'şişe çevirmece' oyununu?Soru cevap oyunu!Ben çevirdim,arkadaşa sordum.Arkadaş çevirdi,Niyaz'a sordu.Niyaz çevirdi;bana sordu:
_Benimle çıkar mısın?
Nefesler tutuldu.Etrafı sessizlik kapladı.Herkes Niyaz'ı teselliye hazırlanıyordu.Niyaz gözünü karartmıştı artık.'Ne olacaksa olsun;yeter!'demişti,belli ki.
Ben,acımasız bir soğukkanlılıkla:
_Bizi yalnız bırakır mısınız?dedim.Hepsi kalktı masadan.
_İki şartım var Niyaz...
Niyaz'ın halini görmeliydiniz.Olumlu cevabın gelme ihtimalinin sıfır olduğu sorusuna,sarı ışık yanmıştı bile.Tam bir temkinsizlikle:
_Ne olursa!..dedi.
_Beni hiç üzmeyeceksin ve hiç kısıtlamayacaksın!
_Seni mutlu etmek için her şeyi yapacağım.Söz veriyorum.
_Sakın tepki verme!Tamam öyle ise!
Arkadaşlar nefesini tutmuş,hiç konuşmadan bize bakıyorlardı.Niyaz'ın niye vaz geçmediğini bir türlü anlayamamışlardı zaten.İşaret ettim; geldiler.Sormaya korkuyorlardı.Hala tek kelime etmemişlerdi.Niyaz:
_Ne içersin aşkım?
Masada kıyamet gibi alkış koptu.Tebrikler, güzel temenniler,itiraflar...
Bugün 26 Haziran 2007,Salı...Ege ismindeki oğlumuzla birlikte;eşim Niyaz ve ben hala beraberiz.18 Kasım 2000'de evlendik. Mutluyuz;elhamdülillah...
Borç
“sesin ip üstünde cambaz yüreği
sesin ipince bir kayık”
Sonra bana gelmeye devam etti o. Bir rüyadaydık, biliyorum. Biliyordu. Bembeyaz bir yelkenliye benziyordu. Şehrin çaresiz sokaklarında boşuna bir deniz arıyorduk. Belki bazen en çok aradığımız şeyler yanı başımızda oluyordu ve biz bunu ısrarla unutuyorduk. Biraz mavi... İhtiyacımız vardı. Yabancı gözler cüretkârca soyuyordu bizi. Hem de güpegündüz. Hem de sokak ortasında. Bu rüya için başka rüyalara da ihtiyacımız olduğunu söylesek aç gözlülük mü etmiş olurduk?
Sonra bana gelemeye devam etti O. Düşişleri bakanlığına girmeye çalışıyordum.
İşsizdim. Güzeldi. Yalnızdım. Özeldi. Ceplerimde bir sürü yalan vardı. Hayatın gözlerinin içine baka baka uydurulmuş... Ama yalancı değildim. Simitçiydim belki. Belli ki sevişiyorduk. Sabahları yorgun uyanıyordu. Nedense hep geceleri birbirimizi birbirimize ekliyorduk. Yapım eklerini daha iyi anlıyordum o zaman. Bacaklarımın arasındaki kesede milyonlarca yapım eki… O, kök halinde, bir diş gibi hala, çürümemiş bir diş gibi, bir kelime gibi: süt mesela.
Sonra bana gelmeye devam etti O. Sancılı sokaklarda boşuna arıyorduk. Baharı bir banknot gibi bozdurup bozdurup harcıyorduk. Yüzüme vuran, uykudan yeni uyanmış bir bebeğin bakışları kadar taze rüzgâr. Onu ciğerlerime çektikçe, içimdeki tarifsiz bir adreste çocukluğumun kapısını ısrarla çalıyordu. O zaman soyulmuş bir portakal gibi yabancı kalıyordum hayata. Sanki her şey yeniden başlıyordu. Tomurcukken açmaya hazırlanan çiçek kadar heyecanlı oluyordum.
Anısındaki bütün yağmurları yoklayan o çiçek gibi yokluyordum vücudunun organlarını. Baharı yeşil bir banknot gibi bozdurup bozdurup harcıyorduk.
Sonra bana gelmeye devam etti O. Boşuna dolaşıyorduk ağrılı sokakları. O sokaklar ki bazı ev kadınlarının yarı kapalı hapishaneleri. Pencere parmaklıklarından kafalarını uzatıp izleyedurdukları dünya… Kocalarının pişmanlıklarıyla kabartıldıkça dilim dilim olmuş sırtları, hep başka çıkmaz sokaklar doğuruyorlardı. Elini avuçlardım elimle. Hem de güpegündüz. Hem de hem de sokak ortasında. Yani herkesin içinde. Gülerdi. "gülünce gözlerinin içi gülüyor/ kendimi senden alamıyorum" "Türk sanat müziği rakı için bestelenmiş şarkılar topluluğudur" dediğinde dördüncü kadehini yeni bitirmişti.
Bizse gecenin pelerinine, siyah demiyorum, tutunmuş iki küçük çocuktuk.
Cümleyi söylerken sandalyesinden düşecekti. Sessiz kaldım cümlesine. Radyodaki TSM korosu sustu. Koronun şefi: "teessüf ederiz demek bu kadar bayağıyız gözünüzde" diye sitem etti titrek ve kırılgan bir sesle. Şef bu cümleyi bitirdiğinde ben on dördüncü kadehimi yeni diplemiştim. "sanat müziği şey gibidir" dedim. Gözlerimle odayı kontrol ettim. Yeşil banknottan artan son parayla aklımızı zayi ediyorduk işte. Odayı, gözleri kısık sarışın bir ampul aydınlatıyordu. Eşyalar eskiydi. Odanın köşesinde, üzerinde yorgun bir yorganın öylece uzandığı yatak bütün ayıplarımızı bildiğinden olsa gerek küstahça duruyordu. "şey gibidir. Şimdi bir kitaplık düşünün Sayın TSM korosu şefi. Yüzyıllık bir kitaplık. Ama rafları boş olsun. Bir de o kitaplığın üzerinde üstü bir parmak toz ve sinek bokuyla bir kitap. İşte Türk sanat müziği o kitabın üzerindeki bir parmak toz ve sinek bokudur. Siz, kitaptır, diyeceğim sandınız değil mi? Ece Ayhan'ı hiç sarhoşken gördünüz mü? Veya Cemal Süreya’yı ağlarken, Cemal Süreya ağlarken yağmur altındaki bütün şemsiyeler su geçirir veya Edip Cansever’in masasında bira içtiniz mi? veya Nazım Hikmet’i Vera ile sevişirken. Bir bozkıra sürüldünüz mü? Şu masanın başında gördüğünüz sarhoş hayalle ne kadar zamandır avunuyorum, biliyor musunuz? Bütün baharı harcadım ben. Cebimde kalan birkaç yeşil yaprak. Ne kadar yeşil kalabilirler ki onlar da? Ağlamak kaç zamandır hapşırmak gibi bir şey ve amcam, sizi dinlerken ölen amcam, ısrarla bu hikâyeye girmeye çalışıyor. Sanki Onun da size söylemek istediği bir şeyler var.
Sessizlik bozkıra doğru bir yol oldu. Ampul hala sarışındı ve sanki zaman, sonbaharı odamızda unutmuştu. Ve sanki hayatımda bir şeyler atlamıştım. Bu kadar karmaşık ve anlaşılması zor bir yaşamakta atlamak normaldi belki ama ben bir şeyler atlamıştım.
Sonra bana gelmemeye devam etti O. Talan edilmiştik. Dalımızda bir tek meyveyi yetiştirene kadar kaç sokakta hayal kırıklığı üstüne hayal kırıklığı. Deniz yoktu. Veya. Yanı başımızdaydı da biz görmemiştik. Bulut yoktu. Veya. Biz görmüştük de farkına varamamıştık. Ellerimiz yoktu. Veya. Hep olmaları gereken yerdelerdi de biz kavrayamamıştık. Yine bir ikindi vakti hiç unutmam. Hem yazdı. Çok yazdı. Benim ayrılık vaktimdi yaz. Gitme desem, dedim, çok geç kaldım dedi. Yaşamak’ım geldi, dedi. Kaç kez soluk alabildik ki birbirimiz için, dedim, ayakkabımı vereyim, dedi. Kaç numara giyiyorsun dedim, otuz yedi dedi, unutma, dedi, saat tam gece yarısındayken, yapma dedim bana bu vakitten sonra kapı kapı seni aratma bak hazır buradayken ikimiz de eksik parçalarımızı birbirine uydurmaya çalışalım, dedim, onun için tek bir hakkım var, dedi. Kim tek bir defada bulabilir ki eksiğini veya dur, tek bir defa deneyelim, dedim. Hiç bir şey demedi. Ondan sonra hiçbir şey demedi. Ondan sonra pek bir şey diyemedi. Haklı olduğum için değil haksız olduğum için de… Belki öylesine. Ama sessizlikten çok güzel bir pencere yaptı kendine. Kenarına oturup bütün yağmurları seyredip ilgiyle ve merakla her yağmurda saçlarını taradı. Şimdi onun için şiir yazmak veya bir şeyler karalamak, Kelebek yakalamak gibi bir şey.
Sonra O bana gelmemeye devam etti. Ben biraz ağladım. Adettendir. Yazmak sabahları bir zamanlar biz köydeyken penceremize gelip gagasını cama vuran o tuhaf kuş gibi... Ama sessizlikten çok güzel bir avuç yaptı kendine ve kendini her yalnız hissettiğinde onu tuttu. Yine bir ikindi vakti hiç unutmam, ben hep ikindileri bırakıldım ev hanımlarının gülümseyen yüzlerine benzeyen uçurumlara, sessizlik o kadar çok uğulduyordu ki uzanıp elimle tutardım da kulaklarım çın çın öter diye tutmadım onu. Ama sessizlikten çok güzel bir kalabalık yaptı kendine. Ne zaman yalnız hissetse kendini o kalabalığa karıştı. Ve evine döndüğünde akşamları taşıyamayıp içinde barındırdığı hüznü, bir çekyatın üzerinde hüngür hüngür ağladı. Ben o zaman yanında. Başka yerlerde başka şeyler, başka hayatlar başka zamanlar başka kafiyeler başka hayaller başka yazılar… Bazen tüm harflerimin, hecelerimin, kelimelerimin, cümlelerimin boşuna olduğunu da düşündüm.
Sonra O bana gelmemeye devam etti. Hiç dönmedi yani. Yine bir ikindi vakti hiç unutmam, Fark ettim. Ben hangi mevsimde olursam olayım sararıyordum. Sürekli sararıyordum. Gideli ne kadar oluyor dünya zamanıyla? Bileğimde durdurulmuş bir kol saati. Cebimde şimdi solmuş birkaç ilkbaharlı yaprak.
Sonra bana gelmemeye devam etti O. Sesini hatırlıyordum. Çocukluğumun çalınan kapısı hiç açılmayacak. Sesini hatırlıyorum bir. Belki bir çayır çimen tasviri. Bir anlık iyimserlik gibi. Her şeye rağmen yaşamaya devam ettiren insanı, hoş bir esinti. Artık bütün duraklarım. Yüksek apartman çatıları. Artık hep yüksek duvarının üzerinde yürüyordum hayatın. Bir şeylere meydan okur gibi.
Seccade
Babannemin tek hatırası olarak kalan el dokuması halı seccade tam bir sanat abidesi.El emeği göz nuruyla usta eller tarafından dokunmuş seccadede babannemin nur yüzü var sanki.
ipler koyun yününden,ceviz yaprağıyla elma,lahana suyuyla boyanmış rengarenk bir renk cümbüşü.Kalıplaşmış geometrik desenlerin haricinde kendi iç alemlerini yansıtan şekillerde var.Bu seccadede en çok kırmızı yeşil ve mavi kullanilmış.Kenar motifleri genelde bitki ve geometrik şekillerden faydalanılmış.Ortasında ise mavi,beyaz,sarı ve yeşille dokunmuş benim anlatamayacağım desenler var.Bir teraziye benziyor.Bütün insanların eşit olduğu bir dünya düşünülmüş belkide.Hangi duyguyla işlendiğini anlamak için babanneme sormak lazım.
İşte büyüklerimizin el emeğiyle dokuduğu bu halılar,seccadeler bir tarihi eser gibi duruyor gözlerimizin önünde.Bunların yerini atölyeler,makinalar aldı.Bilmem o değerli eşyaları görünce işleyen ellerin sahiplerini anabiliyormuyuz...
Noel Paşa
Sokağın diğer ucunda belirdiği anda inanılmaz bir hareketlilik yaşanırdı çocuklar arasında. Elinde koca bir torbayla o tozlu topraklı yolları ağır aksak arşınlayan bu yaşlı adam hepimizin sevgisini kazanmayı çok iyi biliyordu. Aslında bizimki sahte bir sevgiydi. Adama anlam kazandıran elindeki torba , torbaya anlam kazandıran içindeki akide şekerleriydi. Hemen her gün bir torba dolusu şekerle mahalleye gelir ve tek tek dağıtırdı içindeki pişmanlığı bizlere. Bu kutsal bir ayindi onun için. Kilise korosu ne kadar istekli ve ne kadar gür sesliyse yaşlı gözleri o kadar çocuklaşır ve yüreğine oturmuş yarım asırlık pişmanlıkların ağır yükü o kadar hafiflerdi. Her defasında verdiği şekerleri alıyordum ama bunun aslında bir günah çıkarma töreni olduğunu , ve bu törenin , asli unsurlar olan biz çocukların masum çığlıkları ve sevinç gösterileriyle anlam kazandığını da biliyordum....
Paşa Ağa derlerdi ona bizim oralarda. Biz Paşa Dayı derdik. Elinde şeker torbası NOEL BABACILIK oynadığı zamanlar Hacı Paşa olduğu dönemlere rastlar. Anlatılanlara göre gençliğinde iflah olmaz bir serseri ve dejenere bir kumarbazmış. Tarlayı tapanı kumara verdikten sonra artık verecek başka bir şeyi kalmayınca toplayıp tası tarağı büyük şehre gelmiş. Başkentin bağrına dikilen gecekondu bayrağının ilk bayraktarlarından biri olarak , bizim sokaktaki bütün evleri ( bizim ev hariç ) onun yaptığı söyleniyor. Tabii bir gecede yapıp bir gecede sattığı bu gecekonduların parasını bir gecede yemeyi de ihmal etmemiş. İki karısını da hiç bir ayrım yapmadan Allah’ın her günü tekme tokat dövdüğü günleri zar zor da olsa hatırlıyorum. Sonra bir numara dayanamayıp gittiğinde , zavallı iki numara (Nazik teyze) artık tek başına yüklenmek zorunda kalmıştı Paşa Dayı’nın yükünü. Aslında bu yükü hepimiz taşıyorduk. Bütün mahalle öcü görmüş gibi kaçıyordu onu görünce. Her zaman öfkeliydi çünkü. Sokakta gördüğü insanlara tüm kayıtsızlığıyla olmadık sebepten saldırır ve o kendine has şivesiyle bildiği okkalı küfürleri savurganca harcamaktan da geri kalmazdı. Öfkesine yenikti tüm mahalle ; çünkü hiç zararla oturduğu görülmemişti....
Ve tabii biz çocuklar.... Hepimizin korkulu rüyasıydı o. Patlak toplarla yaptığımız gazozuna maçların heyecanı en yüksek yerinde , o korkutucu heybetiyle köşede belirdiği zaman hepimiz çil yavrusu gibi dağılıverirdik hemen. Hiç bir Paşa’nın yapamayacağı kadar görkemli ve etkili bir darbeyle her birimizi bir yerlere savurduktan sonra en az bir hafta sürecek saltanatının keyfini çıkartırdı. Bizse uzun süren bir toparlanma döneminin ardından artık süt dişlerimizi göstermenin zamanı geldiğine kanaat getirerek salıverirdik içimizdeki devrimci isyanı kuşatılmış sokağımıza. Fakat asla pembe zaferlere dönüştüremezdik ; geceleri düşlerine yattığımız, o hergün hayalini kurduğumuz, uğruna körpe kalplerimizi adadığımız çocuksu başkaldırıyı... Sessiz sedasız yaptığımız maçları hep o kazanırdı nedense. Ve biz hep boynumuz bükük terkederdik sokağı. Telaşlı kaçışların acemi öykülerini yazardık hergün toprak kokan yollara. Korkularımız öfkeye dönüştüğündeyse savurganca harcayacağımız küfürlerimiz yoktu bizim . Biz hep zararla otururduk. Öfkeyi gözyaşlarımıza katık edip bizi bekleyen şevkatli kollara dönerdik sonra makus talihimizin ezikliğiyle. Uykularımızsa gecikmiş zaferleri her gece yeniden müjdelerdi. Her gece yeni filizler yeşerirdi düşlerimizin orta yerinde. UMUTSUZLUĞU DÜŞMAN BİLDİĞİMİZ YILLARDI...
Nihayet birgün tüm çocukluğumun en güzel haberini getirdi annem eve. Paşa Dayı içki ve kumara tövbe etmiş , artık uslanmaya karar vermişti. Yakında da hacca gidecekti. Bu şu demekti : Artık uzun bir süre sokakta dilediğimiz gibi at koşturacak ve nal seslerinin nereye kadar gittiğiyle ilgilenmeyecektik. Daha da önemlisi bundan sonra yaptığımız maçların galibi taraflardan biri olacaktı mutlaka. Beklediğimiz güzel günler nihayet gelmişti artık. Ancak güzel günler beklediğimiz kadar uzun sürmeyecekti . Bir yandan özgürlüğümüzün tadını çıkartırken doya doya , bir yandan da bizi bekleyen yeni sürgünlere hazırlıyorduk kendimizi. Akıp giden zamanın serin sularında geçmiş ve gelecek kaygısından uzakken , yalnızca kaçınılmaz bir dönüşün sancılı bekleyişi sarardı içimizi zaman zaman. Ezeli ve ebedi bir düşmanın ayak seslerini duyardık. Masum çığlıklar, yerini öfkeden kudurmuş , sağa sola pervasızca saldıran bir canavarın keskin homurtularına bırakırdı. İşte o zaman sonsuz bir korku ve başedilmez bir umutsuzluk sarardı çocuk yüreklerimizi... KORKUYU VE UMUTSUZLUĞU DÜŞMAN BİLDİĞİMİZ YILLARDI...
Devr-i Lale’nin ardından şereflendirdiğinde sokağımızı, yüzündeki uzunca sakalıyla neredeyse yirmi yıl yaşlanmıştı. Sakalıyla birlikte yüzüne taktığı ve daha önce asla görmediğim o mütebessim tavrıyla hiç olmadığı kadar konukseverdi evini dolduran hıncahınç kalabalığa karşı. Herkes sıraya girmiş bu "kutsanmış" bedene dokunacak olmanın heyecanını taşıyordu. Sıranın içinde ben de vardım ! Ancak benim orada olma amacım diğerlerinden biraz farklıydı sanırım. Bütün isteğim yanında getirdiği , tetiğine basıldığında ışığı yanan o altın sarısı uzay tabancalarından bir tanesine sahip olabilmekti. Fakat maalesef bu isteğin üzerine bir bardak "zemzem suyu" içmekle yetinmiştim. Bir süre için torunlarıyla birlikte kurduğum iyi arkadaşlık ilişkileri sırasındaysa , kazandığım en büyük deneyim , uzay tabancalarının yeteri kadar sağlam olmadığıydı.
Onu elinde şeker torbasıyla gördüğümüz ilk gün bu olup bitenlere bir anlam veremedik. Çocuk beynimizin alamayacağı garip şeyler oluyordu sokakta. Yıllarca masum oyunlarımızın katili olmuş bu yaşlı kurt , şimdi elinde torbasıyla mahallenin tonton ihtiyarı rolüne soyunmuştu birdenbire. Tabii birçoğumuz bu rolü çok sevmiş ve Paşa Dayı’mızın yeni imajını hemen benimsemişti. Benim içinse soyunduğu gibi kalmıştı ortalıkta. Çırılçıplak çarmıha germiştim onu bir kere. Usulca başımı okşayan şefkatli ellerini istemiyordum onun. Oyunlarımızı pembe gülücüklerle izlemesi ve bildik tavsiyelerle neşelendirmeye çalışması umurumda bile değildi. Evet belki akide şekerinin dayanılmaz çekiciliğine kapılıp ben de her gün o kutsal törene katılıyordum ama , bu bize yıllarca yaşattığı paranoyit korkuları , apansız ve hiç taviz vermeden yaptığı ani sokak baskınlarını , öfkesini ve o anlamsız kinini unutmam anlamına gelmiyordu. Kin tutmayı ben de öğreniyordum artık ve elbet bir gün onu beslemeyi öğrenecektim. PAŞA AĞA’YI DÜŞMAN BİLDİĞİMİZ YILLARDI...
...ve şimdi kül rengi bir akşamın alacaserinliğinde oturmuşum. Sokağımın yollarına kapkara ziftler dökmüş birileri. Ziftler hapsetmiş tozlu topraklı yıllarımı. Yıllar alıp götürmüş kir pas içindeki çocukluğumu. Ve çocukluğum sonbaharın hüznünden göz kırpıyor bana , elinde patlamış topuyla. Gözlerinde şefkat var, acıma hissi , masumiyet. Gökyüzü bana ağlıyor bu gün. Rüzgar ılık ılık geçiyor gözlerimden. Çocuklar var şimdi ; zift dökülmüş yıllarımın üstünde futbol toplarıyla maç yapıyorlar. Çığlıkları o kadar tanıdık ki !. Köşede elinde seksenine dayadığı merdivenle ağır aksak yürüyen bir başka tanıdık. Usulca yanıma yaklaşıyor. Yüzünde on beş yıldır terketmediği mütevazı gülüşü , gözlerinde insanı hayrete düşüren yaşama sevinciyle selam verip oturuyor yanıma. Sigaramı saklıyorum göstere göstere. "İçme bu zıkkımı", diyor. "Bu zıkkım var ya , adamın en büyük düşmanı aha bu işte", diyor. "Bak ben kaç yıldır çekiyorum ceremesini", diyor. Elindeki merdiveni görüyorum , susuyorum. Ona karşı haketmediği kadar saygılıyım. O ise bana düşündüğünden daha borçlu. Ama kinimi tuttuğum yerde bıraktığımı biliyorum. Yüreğimin zehirli otlaklarında özenle ve sabırla gütmeyi asla başaramadığımı. Ve belki zaman zaman sırf bu yüzden kendime lanetler yağdırdığımı. Titrek bir sesle beklediğim soruyu soruyor sonra : "Fiş var mı fiş?" "Var Paşam", diyorum , "Var." "Sen ver vergi iade zarfını , ben doldurur sana iade ederim." Sonra yine geldiği gibi ağır ağır kalkıp gidiyor yanımdan , yaşama sevincini yanına katıp... Alacakaranlığında kaybolurken akşamın içimden bir kuş havalanıyor. Gökyüzüne , yıldızlara dek uçuyor. Sonra geri gelmiyor. Çocukluğumun en güzel yıllarını elinde sopayla kovalayan bu yaşlı adam anlamını yitiriyor birden. Onu kaybolduğum boşluklara gömüyorum. Ve geceye sürgüne hazırlarken kendimi , boşluklarda yankılanan bir tekerleme kulaklarımda uğultuya dönüşüyor;
Portakalı soysam , başucuma koysam , ben bir yalan uydursam. Kendime yeni hayaller yeni boşluklar yaratsam. Yalancıktan aşık olsam , yalancıktan ayrılsam. Sonra yalancıktan kaybolsam. Kaybolsam ve yalancıktan dönmesem. Bulamasam kendimi yalancıktan. Sonra yalancıktan seslensem kendime ;
SEDAT , PABUCU YARIM , ÇIK ORTAYA , OYNATALIM...